17-18 Nisan’da gerçekleştirilen Avrupa Birliği (AB) Devlet ve Hükümet Başkanları Özel Zirvesi’nde, Türkiye ve Kıbrıs’a yönelik varılan kararlara ve AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen’in yaptığı son açıklamalara bakılacak olunursa AB’nin Kıbrıs meselesi tutumundaki hatalardan ders çıkarmadığı görülüyor. Buradan yola çıkarak iki devletli çözümün ne kadar büyük bir öneme sahip olduğu tekrar anlaşılıyor. Kıbrıs Türkleri, Gazze’deki vahşete sessiz kalan AB’nin karşısında aynı duruma düşmek istemiyorsa yapılması gereken bellidir.
Nikos Hristoulidis geçtiğimiz hafta AB Devlet ve Hükümet Başkanları Özel Zirvesi’nde alınan kararlarda her ne kadar Türkiye’nin AB üyelik sürecinin Kıbrıs meselesindeki tutumuna bağlanmış olmadığını iddia etse de; AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Güney Kıbrıs lehine tek taraflı ve Türkiye’ye karşı tehditkâr açıklamalarını dikkate alanlar, AB’nin Kıbrıs meselesinde geçmiş hatalarından bırakın ders çıkarmayı artıkKıbrıs konusunda daha sert ve ikircikli bir tavır içinde olduğunu kolayca görebilir. Eskiden Kıbrıslı Türkleri kendi vatandaşları olarak gördüğünü en azından resmi sitelerinde iddia eden AB’nin, artık Türkiye ile ilişkilerden ziyade en son yaptıkları açıklamalardan Ada’daki Kıbrıslı Türk varlığını reddeden bir konuma geldiği anlaşılıyor. Bu durum, üyeliğin yirminci yıl dönümünde başka bir ülkeyi ziyaret etmek yerine 1 Mayıs’ta Ada’ya gelmesiyle de teyit edilmiştir. Gerçi Hristoulidis’in aylar önce Avrupa Konseyi’ndeki konuşmasında Kıbrıslı Türklerin Güney Kıbrıs’ta Maronit ve Ermenilerle aynı haklara sahip olduğunu vurguladığı halde AB’nin herhangi bir tepki göstermemesi, AB’nin çifte standartlarını gözler önüne sermişti. Esasen insan hakları ve münhasır medeniyet kisvesi arkasına saklanan ve Gazze’deki vahşete sessiz kalarak maskesini düşüren AB’den elbette başka bir tepki beklemek en hafif tabirle gülünç olurdu.
Tablo her ne kadar can yakıcı olsa da bu hadiselerin, egemen eşitlik çözümüne karşı çıkan ve halen federal hayaliyle yanıp tutuşan kesim tarafından bir uyarıcı olarak algılanmasını ümit ediyorum. Peşinden gittikleri siyasi teşekkülün başkanı her ne kadar gerçekleri çarpıtarak Kıbrıslı Türklerin yanlış müzakereler sonucu bu statükoya maruz kaldığını iddia etse ve Cumhuriyet Meclisi’nde bu halka alenen meydan okusa da akıl ve vicdan sahibi herkesin bu söylentilere tüm gelişmeler ışığında artık itibar etmeyeceğine inanıyorum. Gerçek şu ki, Kıbrıslı Türkler, sadece AB üyesi olabilmek ve dünyadan kopuk yaşamamak, gelecek nesiller için güzel bir gelecek vadetmek amacıyla kendi varlıklarını tehlikeye atan Annan Planı’na Rumların ret tavrına karşın “evet” demişlerdir. Peki sonuç ne oldu? Güney Kıbrıs, Kopenhag Kriterlerine ve AB Hukukuna aykırı olarak bugüne kadar başka hiçbir ülkeye tanınmayan istisnai bir ek protokolle Ada’nın tamamında söz sahibi görülerek AB üyesi yapılmış ve bugünkü meydan okumaların önü açılmıştır. Kıbrıslı Türkler bu süreçte hiçbir hatası, üstelik Ada’nın yarım asır önce bölünmesinde de hiçbir payı olmamasına rağmen tamamen yok sayılmıştır. Her zaman hukukun üstünlüğünü savunduğunu vurgulayan AB, Güney Kıbrıs ve bizdeki savunucuları Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası dâhil birçok kanun ve norma aykırı olan bu haksızlığa karşı bugüne kadar niçin seslerini çıkarmamış ve halen çıkarmamaktadır? Ayrıca kısa bir süre önce dönemin AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen’in, AB’nin üyelik müzakereleri sürecinde “Rumlar tarafından aldatıldığını” söylemesine, bunun yanında eski BM Genel Sekreteri ve Annan Plan’ının mucidi Kofi Annan’ın da “Kıbrıslı Türkler referandumda evet derse kazançlı çıkacak” dedikten ve referandum yapıldıktan sonra “Rum tarafının çözümü engellediğini” belirtmesine ve hatta kendi özel temsilcisi Álvaro de Soto’nun “Türk tarafı Annan Plan’ına evet derse Kıbrıslı Türklere uygulanan tecrit sona erecek” sözü vermesine rağmen gelinen süreçte hangi taahhütlerin yerine getirildiğini, Rumların hangi yaptırıma tabii tutulduğunu sorgulamak gerekir. Hepsini geçelim, peki Ada’da üçüncü garantör olan ve iki tarafa da aynı mesafede durmasını arzuladığımız İngiltere’nin eski Dışişleri Bakanı Jack Straw’ın, AB’nin Güney Kıbrıs’ı üye olarak kabul etmesini “hata” diye nitelemesini AB ve avukatlığına soyunanlar neden dikkate almıyor?
Tüm bu gelişmeler ışığında artık Ada’da bir paradigma değişikliği kaçınılmazdır. Mevcut konjonktür göz önünde bulundurularak, hiç vakit kaybetmeden harekete geçilmelidir. Yapılması gereken iki devletli çözümün kararlılığını simgeleyen bir isim değişikliğiyle “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni ilan etmek, Kıbrıs Özel Temsilcisi ve BM Genel Sekreterini Kosovo örneğine benzer bir şekilde federasyon çözümün artık mümkün olmadığına ikna etmek ve Avrupa başta olmak üzere Türk dünyasındaki ve Türkiye’nin dostane ilişkilerinin bulunduğu devletlerden başlayarak tanınma için çalışmalar yürütmektir. Bu zor bir süreç olabilir ancak imkânsız değildir.Örneğin hukuk Kosovo aleyhine olmasına rağmen Kosovo Devleti 2008 yılında Sırbistan’dan bağımsızlığını resmen deklare ederek tüm dünyaya bağımsız varlığını duyurmuştu. Bugün Avrupa’da ve dünyada sadece sayılı devlet bu ülkeyi tanıyor olsa da Kosovo kendini artık kabullendirmiştir. İki hafta önce Kosovo’nın, bazı üye devletler tarafından yok sayılmasına rağmen Avrupa Konseyi’ne seçilmiş olması bunun en somut göstergesidir. Nitekim bu oylamanın yapıldığı Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’ne (AKPA) Cumhuriyet Meclisi’ni temsilen katılan Gazimağusa Milletvekili Oğuzhan Hasipoğlu da bu noktaya ve KKTC ile Kosovo gerçeğinin benzerliğine defalarca dikkat çekmişti.
Bundan ayrı olarak, yanı başımızda kazan gibi kaynayan Orta Doğu’daki gelişmelerin ışığında iki devletli çözüm yani Kıbrıs Türk Devleti’nin tanınması bölgesel barış ve istikrar için bir seçenekten çok zarurettir. AB ne derse desin. Batı güdümünde olmayan dolayısıyla istikrar sahibi bir bölge için gereken koşullar olgunlaştığı takdirde aksinin bir ürünü olan İsrail zulmünü tam manasıyla idrak edebilen vicdanı açık ülkelerin de bu adıma destek vereceğine inanıyorum. Bunun yanında hatırlayalım ki AB bölgedeki en önemli müttefiki olan Mısır üzerindeki nüfuzunu, Kahire’yle Ankara arasında normalleşen ve gelişen ilişkiler ışığında büyük oranda kaybetmek üzeredir. Von der Leyen, Türkiye’yi Kıbrıs üzerinden tehdit ederken, Türkiye’nin sadece Mısır ile ilişkilerini değil, aynı zamanda her daim yanında duran kardeş ülke Azerbaycan’ın yakında AB’nin yüzde 18’lik doğal gaz ihtiyacını karşılamak üzere önemli bir rol üstleneceğini, Türkiye’nin halen sığınmacıların Avrupa’ya ulaşmasını engelleme iradesini koruduğunu ve Türkiye’nin AB için de önemli bir pazar olduğunu unutmamalıdır. Yeter ki Ankara bu süreçte, Kıbrıs’ta iki devletli çözümün sonuna kadar kararlılıkla arkasında dursun, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği sürecinde verdiği tavizleri tekrarlamasın ve en önemlisi de Ada’da geçmişte yaşanan, şimdi de Gazze de vuku bulan benzer bir zulme maruz kalmamak için Kıbrıs Türk halkı tek yürek olup eşit egemenlik tezine sahip çıksın. Gerisini atıp tutan, kâğıttan aslan olan AB ve tabii bizdeki işbirlikçileri düşünsün…
*****
Gerçeği bilip de susanlar, gerçeği bilmeyip de söyleyenler kadar tehlikelidir.
Platon