Değerli okurlar ümit ederim ki güzel bir bayram tatili geçirmişsinizdir. Bizler bu bayramda yakında faaliyete alacağımız ve bu köşenden de duyuracağımız önemli bir proje için yoğun mesai harcadık, harcamaya devam ediyoruz. Bu faaliyeti önümüzdeki haftalarda sizlerle paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Ayrıca, geçtiğimiz hafta görev nedeniyle Fransa’ya gitmemiz icap ediyordu. Ancak Fransa’da yaşanan iç kargaşalardan ötürü bu seyahati tehir etmek zorunda kaldık. Bu satırları okurken “Kim derdi ki bir gün bir Batı Avrupa ülkesi için böyle cümleler de işitelim” diye düşünenleriniz olabilir. Fakat bu duruma bizler şaşırmadık. Çünkü Batı artık o eski Batı değil. Batı’ya giden ve birkaç günden fazla kalan bir insan bunu kolaylıkla görebilir. Bunun nedenlerini bu haftaki köşemizde dünyanın yakinen takip ettiği Fransa üzerinden ele alalım istedik.
Fransa’daki gelişmeler her ne kadar on yedi yaşında bir gencin polisler tarafından öldürülmesiyle cereyan etse de olayların köklü bir geçmişi vardır ve bu öfke toplumsal bir tepki olarak algılanmalıdır. Bunun yanında durumun gün geçtikçe farklı evrelere yöneldiğini de göz ardı etmemek gerekir. Fakat bunun da gerekçeleri olduğunu söyleyebiliriz. Hâl böyle olunca yaşanan hadiseleri çok yönlü olarak ele almak gerekir ki tablo netleşsin. Öyle ki, olayın kaynağı da gelişme şekli de Batı’da gitgide derinleşen karmaşık soysal çarpıklığın bir tezahürüdür demek yanlış olmaz.
İlk olarak şunu belirtmek isterim: Vefat eden genç, Mağripli bir delikanlıydı. Dolayısıyla bu menfur saldırı, Fransa ve Avrupa’da artan ırkçılığın ve belki de İslamofobinin son ve somut örneği olarak değerlendirilmelidir. Bu pencereden bakıldığında sokak kargaşalarının, Fransa’da yaşayan yabancı uyruklu kişiler veya gençler tarafından başlatıldığı gerçeği şaşırtıcı değildir. Gelişmelerin her ne kadar savunulacak tarafı olmasa da bu insanların sokaklara çıkarak ülkelerinde (ve kıtada) yaygınlaşan yabancı düşmanlığına duyduğu öfkeyi dile getirdiğini de söyleyebiliriz aslında. Çünkü özellikle Batı Avrupa’da yabancı uyrukluysanız fırsat eşitsizliğinden, kısıtlı iş imkânına ve hatta oturacak ev bulma güçlüğüne kadar hayatınızın her alanında zorluklarla karşılaşırsınız. Hatta Fransa’da bazı şehirler, getto tarzı yapılaşmalarla Fransız ve Fransız olmayanların ekseninde ikiye ayrılmaktadır. Kaderin cilvesi olsa gerek olayların başladığı aynı hafta içerisinde Alman Federal Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı’nca yayınlanan ve ekspertizler tarafından hazırlanan bir raporda; İslam düşmanlığının ve ayrıştırmanın, Batı Avrupa’nın en önemli ülkesi olan Almanya’da yaşayan Müslümanların gündelik hayatının bir parçası olduğu saptanmıştır. Bizler de bu duruma bizzat ve tanıdıklarımız vesilesiyle defalarca şahit olduk. Dininiz İslam olmasa da kökenleriniz Balkanlar, Ortadoğu veya Doğu Akdeniz Bölgesi’ndense Batı Avrupalılar genellikle sizin Müslüman olduğunuzu varsayıyor ve sonuç olarak size ikinci sınıf muamelesi yapıyor. Bizler Avrupa Birliği Fon Dairesinde Finans Başkanlığı yaptığımız dönemde, sadece bu sebeple birçok sığınmacının gönüllü olarak kendi ülkelerine döndüğüne şahit olduk. Konuyu sadece dinle sınırlamayıp yabancı düşmanlığını daha genel bir çerçevede ele alacak olursak şunu da belirtmekte fayda olabilir: ABD’den iş sebebiyle Avrupa ülkelerine göç eden onlarca siyahi ve melezle tanıştığımızda bizlere çarpıcı bir şekilde, Avrupa’da ABD’ye kıyasla daha fazla ırkçılıkla karşılaştıklarını ve tek farkın sokak ortasında polisler tarafından bile isteye vurulmadıkları olduğunu ifade etmişlerdi. Fakat ne yazık ki Mağripli gencin öldürülmesinden yola çıkarak yabancı düşmanlığının Avrupa’da da ABD ile benzer bir hâl almaya başladığını söylemek yanlış olmaz. Bu bağlamda Fransa İçişleri Bakanı’nın on yedi yaşındaki gencin öldürülmesini canlı yayında, soğukkanlılıkla hafife almaya çalışmasını da bunun bir göstergesi olduğunu söyleyebiliriz.
Böylece iç kargaşalarının ikinci boyutuna gelelim. Yazımıza gerek Kıbrıs’tan gerekse Türkiye’den rastgelen okurumuz “Sorun Fransa’da değildir, bizde sığınmacılardan bıktık” diyebilir. Buna kısmen katılmakla birlikte Fransa’daki yabancılarla, Kıbrıs veya Türkiye’de yaşayan Ortadoğulu ve Afrikalıların göç etme gerekçeleri kesinlikle aynı değildir. Zira Fransa’da yaşayan yabancı topluluğunun büyük çoğunluğu, bu ülkenin eski Afrika sömürgelerinden gelen insanlardan oluşmaktadır. Fransa’ya gelme sebepleri ise öncelikli olarak ekonomidir. Zira Fransa her ne kadar resmî olmasa da Afrika’yı sömürmeye devam etmekte ve bu nedenle insanlar hayatlarını orada idame ettirmekte zorlanmaktadır. Öyle ki zamanında Afrikalı ülkeler bağımsızlıklarını, bugün insanlarını fakir kılan bazı şartlar altında kazanmıştır. Bunlardan biri ülkelerinin petrol, doğal gaz, kömür, uranyum, toryum ve lityum gibi büyük öneme sahip hammaddelerini serbest piyasanın altında (bugün genellikle üçte biri) bir fiyata Fransa’ya vermeyi taahhüt etmeleridir. Bu nedenle yeraltı kanyakları zengin olan kimi Afrika ülkeleri, üzerinde oturdukları hazineden bugün hâlen istifade edememekle birlikte sömürülmeye devam etmektedir. Bunun ve başka konuların yanında en önemlisi de Fransa’nın CFA, yani kendi kurduğu sömürge frangıyla 14 Afrika ülkesinin mali ve para politikalarını hâlen direkt kontrol ediyor olmasıdır. Frangın döviz kuruyla avroya sabitlenmiş olması ve Fransa’nın bu ülkelerin döviz rezervlerinin yüzde ellisini Paris’te tutması, Afrikalı ülkelerin sadece rekabet gücünü zayıflatmıyor ve halklarının hayatını zorlaştırmıyor. Aynı zamanda ülkenin hazinesinin yararlı kamu yatırımlarına akmasına engel oluyor. Bunu kamufle etmek için de Fransa her sene, Afrikalı ülkelere ne kadar para yardımı yaptığını kamuoyuna açıklıyor. Bu ikiyüzlülüğün bedelini, sömürge düzenini Afrika’da devam ettirerek insanları çaresizce Avrupa’ya göç etmek zorunda bırakan ve kendi sınırları içerisinde de ırkçılıkla dışlayan Fransa’nın bugün ödediğini görüyoruz. Fransız hükümetlerin sömürge politikaları, elbette diğer Güney Avrupa ülkelerini de olumsuz etkiliyor. Çünkü, göç eden insanlar Fransa yanında İspanya ve İtalya gibi diğer Güney Avrupa ülkelerine de iltica ediyor. Bu da ülkelerin demografik yapılarının değişmesine neden oluyor. Sadece bu yüzden geçmişte İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a ağır ithamlarda bulunmuştu. Zaten Batı’nın Afrika ve Ortadoğu’daki emperyalist veya maksimalist talepleri yüzünden bugün milyonlarca insan Türkiye ve Kıbrıs başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesine sığınmak zorunda kalmıştır. Yabancıların sayısının artması son yıllarda Avrupa’da aşırı sağ partilerin ve yabancı düşmanlığının daha da yükselişe geçmesine vesile olmuştur.
Böylece Fransa’daki olayların üçüncü boyutuna gelmiş oluyoruz. O da doğal olarak milliyetçi akımın, yaşananlardan sonra olup bitenlere sert tepkiler veriyor olmasıdır. Mesela son günlerde bazı şehirlerde aşırı milliyetçiler, yabancı uyrukluların yağmalamalarına karşın sokağa dökülmeye başlamıştır. Bu durumun yabancıların ve milliyetçilerin arasında açık bir mücadeleye dönüşmüş olmaması Fransa için bir teselli olmalıdır. Çünkü iş o boyutlara geldiğinde Fransa geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olacaktır. Fakat burada belki olayın dördüncü ve son boyutunu da birlikte açmak tabloyu daha net görmemize yardımcı olacaktır. O da Fransa ve Almanya başta olmak üzere Avrupa kıtasında gitgide derinleşen ve göçlerle daha da belirgin hâle gelen ekonomik sıkıntılardır. Bu köşeden defalarca aktarmaya çalıştığımız üzere, bugün Batı’da insanlar büyük ölçekte sadece karınlarını doyurmak için çalışıyor. Bakmayın siz bazı kendini bilmezlerin kazandığı üç kuruş parayla senelik tatilinde sizlere 20 ve şimdilerde 30 kat daha değerli para birimiyle hava attığına. İnsanlar Batı’da tatile gitmekte zorlanırken, ev ve araba gibi ihtiyaçlarını bile kimi zaman karşılayamamaktadırlar. Üniversite mezunları genellikle ayda net iki ile üç, en fazla da dört bin avro maaş alırken kimi yerlerde kira fiyatları bin avroyu bulmaktadır. Sterlin üzerinden benzer bir durum İngiltere için de geçerlidir. Böylece geriye kalan bin veya iki bin avroyla enflasyonun da etkisini dikkate alarak insanlar ancak gündelik ihtiyaçlarını giderebiliyor ve varsa borçlarını geri ödüyor. Sosyalleşmek ve yaşamak için inanın aldıkları maaş yetmiyor. Zaten emekliyseniz (ki onun yaş sınırı Avrupa’da artık yetmişe dayanmaktadır) yaşamak şöyle dursun, yemek bulacak paranız bile olmuyor. Çünkü emeklilik maaşı, o da kırk yıl çalıştıysanız, 1500 avroyu belki buluyordur. Doğal olarak insanlarda da senelerin öfke birikintisi var. Böylece sokak çatışmalarının niçin farklı evrelere yöneldiğini de anlamış oluyoruz. Fransız halkı zaten daha geçenlerde emeklilik yaşının yükseltilmesi üzerine haftalarca sokak gösterileri düzenlemişti. Yaşanan son gelişmeler toplumdaki gerginliğin tuzu biberi olmuştur.
Tüm bu anlattıklarımızdan yola çıkarak Avrupa’da yaşamın ve Avrupa’nın gidişatının hiç de iç açıcı olmadığını anlamak zor değildir. O nedenle buraya çalışmak veya başka sebeplerle taşınmak isteyenlere bu düşüncelerinden vazgeçmelerini, ekonomik sebeplerle Kıbrıs’ı terk etmek zorundalarsa yaşamak için en azından başka kıtaları tercih etmeleri yönünde tavsiyemizi ifade edelim. Çalışmak için en uygun koşulları sağlayan ve Avrupalı gençlerin bu nedenle sıkça göç ettiği Körfez ülkeleri bunun için iyi bir seçenek olabilir.
*****
Avrupa dünyaya hükmetti, ancak kendine hâkim olamadı.
George Friedman