Dünya, pandemi ve Ukrayna savaşı nedeniyle uzun zamandır ağır bir ekonomik krizin içine doğru sürükleniyor. Bundan nasibini Anavatan Türkiye ve Kıbrıs da alıyor. Öyle ki bu ülkelerde hayat gün geçtikçe pahalılaşıyor, dar gelirli vatandaş ciddi sıkıntılar yaşıyor. Bu sebeple geçen hafta birileri Lefkoşa’da hükümeti istifaya çağırmak üzere eylem düzenledi. Organizatörlerin kim olduğu malum. Onların peşine takılanların da çoğunlukla dar gelirli vatandaş olmadığı ortada. Çünkü eylemin arkasındaki hakikat çok farklı. Birilerine ülkemizin milli çıkarlarını baltalamak için gün doğdu. Neymiş efendim, bütün bunların sorumlusu hükümet ve Türkiye’ymiş. Bunu söyleyenlerin başını çeken siyasi partilerin de hangileri olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Bunlar sözde demokrat olan fakat halkın çoğunluğunun seçtiği hükümete tahammüllü olmayan bir kesimdir. Kısacası bunlar milli iradeye saygısı olmayan bir anlayışın neferleridir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, KKTC’de hepimizin canını yakan ekonomik bir kriz olduğu maalesef gerçektir. Fakat bu krizin küresel olduğu, malum partilerin ve onun güdümündeki STK’ların öve öve bitiremedikleri Avrupa’da da insanları bunalttığı çok açıktır. Öyle ki avro bölgesi ülkelerin mart ayı enflasyon oranları ortalama 7,5 seviyesinde seyretti. Bu da Avrupa’da ekonomik krizin hiç de hafife alınmayacak düzeyde olduğunun ispatıdır. Peki, buna göre Batı dünyasının siyasi liderleri de mi bizim hükümet gibi beceriksizdir? Yoksa bu durum tamamen pandemi, Ukrayna savaşı ve küresel sermayenin belli bir kesimdeki konsantrasyonu ile mi ilişkilidir? Eğer bu sorun siyasi değil de daha çok sistematik ve gelişen şartlarla bağlantılıysa siyasetçilerin hiç mi suçu yoktur? Elbette ki ülkeyi yöneten kadroların kabiliyeti ve başarısı krizin hafif atlatılmasını sağlayacak bir göstergedir ve o nedenle krizi en hafif geçiren ülkeler kanımca en başarılı liderlere sahiptir. Tabii bu tez her ülke için geçerli değildir. Bunun sebebine az sonra geleceğim. Fakat öncesinde gelin son yazımda söz verdiğim üzere Lefkoşa’da yaşayan arkadaşım S. ve Almanya’nın Bavyera eyaletindeki 110.000 nüfuslu Erlangen şehrinde yaşayan arkadaşım N.’nin hayat şartlarını karşılaştıralım.
İki arkadaşım da hâlihazırda avukat olarak çalışıyor ve hemen hemen aynı yaşam standardına sahip. Yaşam standardından anladığım şudur: İki arkadaşım da Alman marka araba kullanmakta ve yaklaşık aynı büyüklükte bir evde yaşamakta. İkisi de kariyerlerinin aynı safhalarında, bekâr ve aşağı yukarı aynı alışkanlıklara sahip. Yani hayatları kıyaslanmak için oldukça uygun. Kıyaslamayı kısa tutmak için size bir tabloyla arkadaşlarımın aylık gelir ve giderlerini özet halinde göstermek istiyorum.
Lefkoşa’da yaşayan arkadaşım S.
Net maaşı | 12.000 TL |
Kira gideri | 200 Sterlin, yani 3850 TL |
Su ve elektrik faturaları | 650 TL |
Mazot | 2100 TL |
İnternet ve telefon faturaları | 240 TL |
Kredi gideri | 150 TL |
KALAN | 5010 TL |
Erlangen’de yaşayan arkadaşım N.
Net maaşı | 2000 Avro |
Kira gideri (su faturası dahil) | 900 Avro |
Elektrik faturası | 50 Avro |
Mazot | 350 Avro |
Internet ve telefon faturaları | 80 Avro |
Kredi gideri | 200 Avro |
KALAN | 420 Avro |
Gördüğünüz üzere KKTC’deki arkadaşımın aylık olarak elinde kalan net rakam daha yüksek. Alım gücünü de hesaba kattığımızda Kıbrıs’taki arkadaşımın hayat şartlarının çok daha iyi olduğunu anlamak zor değil. Fakat tabloda hesaplamadığım ama epey önemli olan bir başka husus var. Almanya’daki arkadaşım aylık yaklaşık 300 avroya evine alışveriş yapıyor ve dışarıda çok nadir yemek yiyor. Buna rağmen mesela izine gitmek için neredeyse hiç para biriktiremiyor. Ona kıyasla KKTC’deki arkadaşım kendi ifadesiyle her gün tatil keyfi yapıyor. Çünkü zaten masalsı bir adada yaşıyor ve neredeyse yarım saatte sahile varıp orada denize girebiliyor. Kaldı ki Almanya’da insanlar senenin sadece birkaç günü güneşi görüyor, Kıbrıs’ta ise hava neredeyse her gün güneşli. Güneş ışığının psikolojiye ne kadar iyi geldiğini burada ifade etmeme gerek yok sanırım. Konu psikolojiden açılmışken son iki haftada yirmili yaşlarda üç genç danışanımın üçünün de psikolojik sorunlarla mücadele ettiğini öğrendim. Sizce bu oran normal mi? Bence değil! Bu derece zor hayat şartlarının ve bulutlu bir ortamın içerisinde elbette insanın psikolojisinin bozulması abesle iştigal değil.
Bu bağlamda yukarıdaki hesapta belki sizin de gözünüze çarpan detaylara dikkatinizi çekmek istiyorum. Birincisi, Almanya’daki arkadaşım küçük bir şehirde yaşamasına rağmen maaşının neredeyse yarısını kiraya harcamak zorunda. Bu da Almanya’da senelerce konut yapım teşvikinin yapılmamasından ve hatta bunun tartışmaya bile açılmamasından kaynaklanıyor. İkincisi, Almanya’daki net maaşlar çok düşük. Zira Avrupa’da ve özellikle Almanya’da vergi yükü çok ağır. Aynı zamanda brüt maaşlar da zaten epey düşük. Çünkü şirketler personel maliyetlerini azami seviyede tutarak ihraç ürünlerinin fiyatlarını düşürmeye ve böylece rekabette avantaj elde etmeye çalışıyor. Peki, size şimdi bir soru sormak istiyorum: Sizce uygar bir devletin pandemi ve Ukrayna savaşı sebebiyle yükselen enflasyonla mücadele eden ve brüt/net gelirleri zaten çok düşük olan, bu nedenle de çok büyük maddi sıkıntı içinde olan vatandaşlarının en azından vergi yükünü azaltması ve ekonomik sorunlarını çözmesi için mesai harcaması gerekmez mi? Elbette gerekir ama Batı maalesef bunun aksine daha çok “LGBT’yi nasıl teşvik edebiliriz?” gibi konularla (bu aralar) meşgul. Yazıyı uzatmamak için konuyu burada fazla açmak istemiyorum. Fakat bu basit örnek bile birilerin övüp bitiremediği Avrupa’nın ne durumda olduğunu çok güzel özetliyor.
Gelin son olarak yukarıdaki hesabı daha da vurucu olması için biraz değiştirelim. İki arkadaşım kriz sebebiyle bundan sonra sadece asgari ücret alıyor ve giderleri aynı seviyede kalıyor olsaydı sizce tüm sabit giderlerden sonra (gıda ve içecek hariç) ikisinin eline ne kadar para kalırdı? Ben size söyleyeyim: S.’nin hesabında her ay 900 liralık, N.’nin de 367 avroluk bir açık oluşurdu. Yani kısacası para ikisine de yetmezdi. Bu da şu demek oluyor ki, yaşam şartları Avrupa’da bizimkinden farklı değil. Hatta KKTC’de en azından yaşam kalitesi adanın eşsiz doğası, güzel havası ve insanının samimi olması sebebiyle çok daha yüksek.
O yüzden lütfen, memleketimizin kıymetini bilelim. Bakın, geçenlerde malum bir partiye yakın olan bir amcamız Güney Lefkoşa’da gördüğü 5G internet servisi sunan bir belediye otobüsünün resmini Twitter’da paylaşıp Avrupa’yı övüyor. Ben de ona buradan seslenmek istiyorum: Seni ve kimliğini adadan silmek isteyen Batı’nın, Güney’e bu kadar yatırım yapması asla tesadüf değil. O Batı seni tanımış olsaydı veya egemen bir devlet olarak seni üyesi kabul etseydi hepimizin yakında caddelerde göreceği milli arabamız “Günsel” de bugün “Seat” gibi bir uluslararası marka haline gelmiş olabilirdi ve ülken bugün en azından ambargolara mahkûm olmazdı. Ama biz bu arabayı tüm ambargolara rağmen geliştirip üretiyoruz. Tabii bunun ne anlama geldiğini bu malum kesim anlar mı bilemiyorum ama biz buradan uyarılarımızı yaparak görevimizi yerine getirmiş olalım.
Yazının başında “Ülkeyi yöneten kadroların kabiliyeti ve başarısı krizin hafif atlatılmasını sağlayacak bir göstergedir ve o nedenle krizi en hafif geçiren ülkeler kanımca en başarılı liderlere sahiptir.” demiştim. Buna göre bizim hükümetlerimizi ve liderlerimizi nerede konumlandırmak lazım? Açıkçası yeni hükümetin ilk aylardaki performansı beklentilerimin altında kaldı. Fakat hükümeti kuran partiler, önceki hükümetteki performansıyla gayet başarılı olduğunu kanıtladı. Zira asgari ücret cömertçe brüt 7 bin lira olarak belirlendi. Buna kıyasla Almanya hızla artan hayat pahalılığına rağmen yılbaşında birkaç sent artış yaparak bu ücreti brüt 1.612 avroya çıkardı ki bu da yaklaşık net 1200 avroya tekabül ediyor.
Arkadaşımdan verdiğim örnekte gördüğünüz üzere bu ücretle bir insan ancak kendi evinin kirasını karşılayabilir. Buna göre demek ki bizim hükümetlerimiz gayet başarılıymış ve halkını düşünüyormuş (ki bu sebeple halkın güveniyle bu sene yeniden iktidar olmuştur). Üstelik bu başarıyı Avrupalı ülkelerin aksine ambargolara ve TL’nin değer kaybetmesine rağmen elde ettiler. Türk lirası KKTC’nin resmi para birimi olsa da Merkez Bankasının TCMB gibi para politikasıyla piyasaya direkt müdahale edememesi ayrıca büyük zorlukları beraberinde getiriyor. Bunu da hesaba katarak ülkenin nitelikli siyasetçiler tarafından yönetildiğini görmemek mümkün değildir.
Ülkede ekonomik (istihdam, hayat pahalılığı) sıkıntılar ve başka (fırsat eşitliği veya artan suç oranları gibi) eksiklikler yok mu? Elbette var ama bunları da önümüzdeki dönemde hem yeni reformlarla hem de küresel konjonktürün düzelmesiyle aşacağımıza inanıyorum. O nedenle lütfen gerçekçi olalım ve olayları tek taraflı yorumlamayalım. Dünyayı takip etmeyen bir siyasetçi nasıl başarılı olamayacaksa, dünyadan bir haber olan bazı kesimlerin de ülkesi adına yanlış kararlar vereceği ve verdiği açıktır. Ne acıdır ki tam da bu kesimler kendini “uygar, medeni ve aydın” olarak tanımlıyor.
Son olarak ekonomik sıkıntıları nasıl çözebiliriz sorusunu yanıtlayarak bu yazıyı bitirelim. Cevap çok basit: Üretim odaklı ekonomik modelle yani yerli ve milli bir ekonomiyle. Bu modelle Çin süper güç olma hedefini yakaladı. Zamanında ABD de bu modelle emperyalist girişimlerde bulunacak gücü kendisinde buldu. Çünkü eğer siz kendi ürünlerinizi üretip küresel piyasada markalaşırsanız bu hem ülkenizin itibarini artıracak hem de ekonomik olarak dışa olan bağımlılığınızı azaltacaktır. Üretim odaklı ekonomik model önce istihdam sağlayacak ve AR-GE ile ülkenizde teknolojik devrimi hayata geçirecektir. Böylece teknolojik ürünlerin ve beşerî sermayenin bırakın ithalatının önlenmesini, geliştirdiğiniz ürünlerle ihracatınız artarak hem ticari bilançonuz kuvvetlenecek hem de beyin göçünün önüne geçmiş olacaksınız. Hatta ve hatta nitelikli insanlar sizin ülkenize gelip çalışmak isteyecek ve ürününüzü sattığınız ülkeler yedek parçalar ve teknolojik bilgi için ülkenize başvuracak. Bununla beraber ülkenizde yeni bir ekosistem oluşacak, bu istihdamı daha da arttıracak, maaşları ve böylece insanların hayat kalitesini yükseltecek, özel sektör ile bireylerin yeni yatırımlarının önünü açacaktır.
Ülkenizde artan refah seviyesi sayesinde kendi havayolu şirketiniz kurulacak ve para hacmi artan kendi bankalarınız yurtdışına açılacaktır. Devlet de yeni kurulan şirketlerden ve geliri artan vatandaşlardan aldığı vergilerle yeni alt ve üst yapı yatırımları hayata geçirecektir. Böylece ülkeniz bir veya birkaç lig atlayacaktır. En önemlisi de ekonomik olarak dışa olan bağımlılığından giderek kurtulacaktır. Türkiye örneğinden anlayacağınız üzere dış güçler sizi artık bir tüketici ülke olarak kur oyunlarıyla manipüle edemeyecek ve iktidarınızı devirmeye kalkışamayacaktır. Giderek ivme kazanan ekonomik gücünüzle yurtdışı yatırımlarınız artacak ve yükselen küresel itibarınızla başka ülkelere kolayca nüfuz edebilecek, yani lobi faaliyetlerinde bulunabileceksiniz. Şunu unutmayınız ki bu devirde ekonomik güç askeri güçten çok daha caydırıcı ve kimi zaman daha etkilidir. Çünkü ekonomik gücünüzle bir kaleyi yani ülkeyi içeriden kolayca fethedebilirsiniz. Fetihten kastım bu ülkeleri gücünüzle kendiniz için kazanabiliyor olmanız. Yani bayrağınız yurtdışında özel bir yerde dalgalandığında GKRY’nin girişimleriyle o bayrak bir daha asla inmeyecektir.
Bütün bunlar olurken Batılı ülkeler başta olmak üzere dünya sizi görmezden gelebilir mi? Asla hayır. Aksine sizi tanımak zorunda kalacak veya ticaret hacmini arttırmak için sizi tanımak isteyecektir. Kıbrıs konumu itibariyle zaten çok stratejik bir adadır. Bunun yanında lojistik potansiyeli ve hâlihazırda birçok kaliteli üniversitesiyle üretim odaklı ekonomik modelin hayata geçmesi için en uygun şartları sunmaktadır. Öyleyse “Günsel” gibi ülkece neden bu şartlardan yararlanıp bu modeli toplu halde hayata geçirmeyelim? Burada en büyük görev tabii ki hükümete ve özel sektöre düşüyor. Eğer bu model hayata geçerse bırakın federal çözümü savunan malum partilerin seçim kaybetmesini, aday olacak bir kişi bile bulamayacaklardır.
Tedarik zincirlerinin sağlanması ve ihracatın gelişebilmesi için elbette Türkiye ile müşterek hareket etmemiz şarttır. O nedenle de Anavatan bizim kırmızı çizgimizdir. Öyleyse seçim bizim: Türkiye’ye sırtımızı dönerek Batı’nın parmağında oynattığı ve bize 5G’li otobüsler vadeden bir ülkede mi yaşayalım, yoksa küresel çapta bir aktör haline mi gelelim? Şimdi aranızda belki bazıları diyecek ki, iyi güzel de bu hedefleri gerçekleştirmek için ülkemiz yeterince (yüzölçümü itibariyle) büyük değil. Ben de aksini iddia ediyorum. Yukarıda yazdıklarım zaten geniş arazi gerektiren tarım sektörünü kapsamıyor. Aksine dünyaya ayak uyduracak, ağırlıklı olarak dijital veya teknolojik ürünlerin geliştirilmesi ve üretilmesini kapsıyor ki bunun için KKTC yeterince büyük bir vatan toprağına sahiptir.
Son yazımı okuyan bazı okurların ricası üzerine bundan sonraki yazılarımı kısa tutmaya gayret edeceğim. Bu nedenle bu hafta ayriyeten kaleme almak istediğim hükümetin performans değerlendirmesini daha sonraki yazılarda işlemeye karar verdim.
Bir sonraki yazımda ise size diasporadan bahsedecek ve hükümetin neden bir an önce yurtdışına bir açılım gerçekleştirmesi gerektiğini anlatacağım.
İki hafta sonra görüşmek ümidiyle. Sağlıcakla kalın.