Değerli okurlar, uzun bir aradan sonra tekrar sizlerle birlikte olmaktan büyük memnuniyet duyduğumu belirtmek ister ve bu vesileyle sözlerimin hemen başında geçtiğimiz hafta KKTC’nin kuruluşunun 39. seneidevriyesine tekabül eden 15 Kasım Cumhuriyet Bayramı’nızı tebrik ederim. Sevgili okurlar, biliyorsunuz hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. O nedenle hafızalarımızı tazeleme fırsatını bulduğumuz bu günler, inanıyorum ki adadaki var olma mücadelemizi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihini hatırlayarak ülkemizin kıymetini bir kez daha doğru algılamamıza sebep olacaktır. Zira bugün Kıbrıs’ta kendi devletimizin çatısı altında yaşamamız asla tabii ve tesadüf değildir. Aksine atalarımızın geçmişte verdiği büyük imtihanların, emek ve fedakârlıkların bir sonucudur. O nedenle bizlere miras bırakılan bu önemli emanete canımız pahasına sahip çıkmamız ve onu çok daha ileriye taşımamız gerektiğine inanıyor ve bunu ecdadımıza bir ahde vefa borcu olarak değerlendiriyorum. 15 Kasım’da KKTC’nin Türk Devletleri Teşkilatı’na (TDT) gözlemci üye olarak katılmasını da bu vefanın önemli bir başlangıcı olarak görüyorum. Bu sebeple de bu haftaki köşemizde bu konuyu ele almaya karar verdik.
Kıymetli okurlar, biliyorum ki sadece girişteki bu satırları okuyan ülkemizdeki malum kesim yazdıklarımızdan yine epeyi rahatsızlık duyacak ve bu münasebetle ileri geri yorumlarda bulunacaklardır. Fakat bunların söylediklerine artık ben kulak asmıyorum, ülkece de asmamamız gerektiğini düşünüyorum. Zira yeri gelince dilinden Atatürk’ü, Denktaş’ı ve Küçük’ü düşürmeyen, ülkeyi yönetmeye talip olan ama aynı zamanda KKTC’ye topyekûn karşı çıkan bu değişken ruh halinin zaten sağlıklı kararlar veremeyeceği veya açıklamalarda bulunamayacağı açıktır. O nedenle bunların özellikle son aylarda yaptıkları sözlü ve fiziki eylemlerinden yola çıkarak pek de ciddiye alınacak tarafları kanımca kalmamıştır. Öyle ki bunlar daha geçtiğimiz hafta KKTC’nin Türk Devletleri Teşkilatı’na gözlemci üye olarak katılmasının hemen ardından AB’den gelen sert kınama mesajlarına cevaben Kıbrıs Türk’üne karşı hasmane tutumunu sürdüren AB’nin saflarında kayıtsız şartsız yer aldıklarını açıklamalarıyla bir kez daha ispatlamışlardır. Peki ya bu tutumları vatana ihanet değildir de nedir? Bu kesim acaba niçin 2004’te Annan Planı’na karşı çıkan ve Kopenhag Kriterleri ile (tarihteki ortak) Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasına aykırı olmasına rağmen Rumların AB’ye alınmasını bugüne kadar bir kez olsun eleştirmediler?
İşlerine gelmeyince Türkiye’yi eleştirerek Ankara’yı kendi egemenliklerine saygı duymaya çağıran ve böylece milli bir duruş sergilediğini sanan, işlerine gelince ve özellikle söz konusu Batı olunca egemenliklerinden hemen de vazgeçmeye hazır olduklarını takındıkları tavırlarla her fırsatta kanıtlayan bu malum kesim ne kadar da gülünç duruma düştüğünün maalesef farkında bile değil. Anavatandan akan para ve gelen ürünlerle sürekli kendi varlıklarını artıran, (krizlere rağmen uluslararası kıyasla) yüksek yaşam kalitesine sahip olan (Dünyayı sürekli gezen ve AB fon dairesinde finans alanında yöneticilik yapmış birisi olarak bunu teyit ederim) ve şatafat içinde yaşadığının farkında bile olmayan bu kesim, belli ki oturduğu dalı kesmekte kararlıdır. İşin ilginç tarafı bunların içeride olduğu gibi yurtdışına karşı da yürüttükleri tüm algı operasyonlarına rağmen, geçenlerde Güney’den ülkemize gelen bir Rum’un Girne’deki bir mekânda arkadaşıma “Biz sizlerin burada baskı ve sefalet içinde yaşadığını düşünüyor ve o nedenle Türk askerinin kuzeyden çekilmesini savunuyorduk. Fakat siz bizden çok daha güzel bir hayat sürüyormuşsunuz” diyerek KKTC’ye karşı hayranlığını dile getirmiş olmasıdır. Ne üzücüdür ki (ülkedeki tüm sosyoekonomik sıkıntılara rağmen) buradan anlaşılacağı üzere samimi olan Rumlar bile bizdeki sol yöneticilere nazaran ve rağmen gerçekleri daha net görüyor, hatta onlardan daha milli bir duruş sergileyebiliyor. Bu da malum kafanın ülkemiz için ne büyük bir utanç kaynağı olduğunu somut olarak kanıtlamaktadır.
Değerli okurlar, bu kesim son günlerde kafayı TDT’ye epeyi takmış durumda. Öyle ki geçtiğimiz hafta Türkiye’nin çabaları sonucu KKTC’nin Türk Devletleri Teşkilatı’na üye olmasına ilişkin kararla kendi akıllarınca alay etmeye başladılar. Önce üyelik prosedürü uzayınca “Bak, Özbekistan karardan vazgeçti” dediler. Üyeliğin resmiyete kavuşmasının ardından da “Katıldık da ne oldu? İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İİT) da üyeyiz ama değişen hiç bir şey yok. Ne de büyük bir başarı” gibi küçümseyici açıklamalarda bulundular. Ancak inanıyorum ki bugüne kadar olduğu gibi bu sefer de bunların hevesi yine kursaklarında kalacak ve bunlar bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Çünkü KKTC’nin TDT’ye katılması sıradan bir olay değildir. Öyle olsaydı Avrupa Birliği kısa zaman içerisinde bu hadiseye sert tepki göstermezdi. Ayrıca bu üyelik İslam İşbirliği Teşkilatı’na olan üyeliğimizle karşılaştırılamayacak kadar büyük farklılıklar taşımaktadır. Çünkü iki organizasyonun amaç ve hedefleri başkadır.
İslami değerlerin muhafazasını ve İslam devletlerinin dayanışmasını güçlendirmeyi amaçlayan İİT’nin aksine Türk Devletleri Teşkilatı, AB ülkesi olan Macaristan’ın da dahil olduğu Türk devletlerinin entegrasyonunu sağlamayı hedefleyen ve jeopolitik denge politikası güden uluslararası bir platformdur. KKTC’nin daha çok manevi bir yapı olan İİT’ye karşın böylesi bir stratejik ve siyaset ağırlıklı organizasyona katılması varlığını uluslararası camiaya yavaş yavaş kabul ettiriyor anlamına gelmektedir ki bu da elbette çok önemli bir gelişmedir. Zira ülkemiz bundan böyle TDT’nin zirvelerinde boy göstererek hem teşkilatın aldığı kararlara katkı verecek hem de bu bağlamda kendi görüşlerini farklı bir çapta dünya kamuoyuna duyurabilecektir. Üstelik zirvelerde KKTC yetkililerinin diğer yedi ülkenin temsilcileriyle veya ortak örgütlerin üye ülkeleriyle yakın temas sağlamasının olumlu getirileri olacağı şüphesizdir. Öyle ki TDT’ye üyeliğin tescillenmesinden sonra ilk olumlu gelişme geçtiğimiz hafta uluslararası basının haberleriyle vuku bulmuştur. Buradan yola çıkarak TDT’ye üyeliğin önümüzdeki süreçte çok farklı getirilerinin olacağını anlamak pek de zor değildir.
Son olarak şunu da belirtmek isterim ki KKTC, TDT’ye gözlemci üye olduğu için elbette bugünden yarına üye ve başka devletler tarafından hemen tanınmayacaktır. Aksine bizi bekleyen uzun ve meşakkatli bir süreç vardır. Ancak bu adımın Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurulu kürsüsünden dünyaya bulunduğu çağrıdan sonra tanınmaya giden yolda yapılan en büyük hamle olduğunu anlamamız lazım. Türk Devletleri Teşkilatı’nın Türk cumhuriyetlerinin stratejik coğrafi konumları, Türkiye ile Azerbaycan’ın giderek önem kazanan dış politikası ve askeri gücü sayesinde önümüzdeki yıllarda bölge jeopolitiğini değiştirebilecek seviyeye ulaşması ve dünya sahnesinde rağbet görmesi halinde KKTC’nin de bundan nasibini alarak farklı bir konuma yükselmesi, ilk önce teşkilata üye olan devletler tarafından tanınması da gerçekçidir. Zira KKTC’yi resmen tanıyan devletler olası bir yaptırım tehdidini o saatten sonra caydırıcı bulmayacaklardır. Bu kervana dost devletlerin de bilahare katılması oldukça olasıdır. O nedenle de bu gelişmelerin AB ile kendi ülkesine ve öz değerlerine uzak kalmış malum kesimi tedirgin etmesini anlıyoruz. Ancak Lefkoşa’ya yapılan yeni cumhurbaşkanlığı yerleşkesi ve TDT’ye gözlemci üye olmamızla birlikte birileri anlamak istemese de elli yıldır Rum’un Megali Idea hayalleri ve maksimalist talepleri yüzünden yılan hikayesine dönen federal çözüm tartışmaları da artık geride kalmıştır. Bunu malum kesim ne kadar hızlı anlarsa toplum olarak o kadar çok rahat ederiz.
Bu düşüncelerle sözlerime son verirken dijital yayıncılığın öncüsü ve toplumumuzun göz bebeği haline gelen Kıbrıs Postası’nın 21. kuruluş yıl dönümünü en içten duygularımla kutluyor ve üç hafta sonra yargı alanında çok önemli bir konuyla tekrar görüşmek üzere sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum.
*****
Bu haftanın sözü:
Bölüşürsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz.
Yunus Emre